E-BÜLTEN'E KAYIT OL
SAYI 1: DAYANIŞMA | EYLÜL 2022 | GAYE BORALIOĞLU | Son akşam yemeği
ÖYKÜDİRENİŞ

Son akşam yemeği

Bir keresinde kırmızı ayakkabılı bir kızı takip etmişti Nora. Ayak bileklerine kadar inen, uzun, ipeksi kumaştan eteklik giymiş olan kızın ayakkabıları tıpkı ablasının onu son gördüğünde giydikleri gibiydi: alçak topuklu, üzerinde küçük bir tokası olan, neredeyse çocuk ayakkabısı denecek kadar sevimli.

İllüstrasyon: Ceren Oykut

Uzunca bir süredir kıvrılıp kaldığı, gözlerini kapatmadan düşlere daldığı, sağdan sola dönerken düşecek gibi olduğu ufak kanepeden kalkıp camdan dışarı baktı Nora. Küçük demir parmaklıklı pencere neredeyse tavana bitişik olduğundan ancak ayağa kalktığında dışarıyı görebiliyordu. Parmaklarının ucunda iyice yükselerek gökyüzünün rengini görmeye çalıştı. Binaların arasından, maviliği usul usul örten, grinin muhtelif tonlarındaki birkaç bulut parçasını seçebildi. O incecik maviliğe doğru derin derin nefes alıp verdi; bunu yaparken kaldırımla aynı hizadaki penceresinin önünden topuklu ayakkabılı bir genç kadın, sürüklediği pazar çantasına bakılırsa çarşıdan dönen yaşlıca bir teyze ve mokasen ayakkabılı, kot pantolon giymiş bir adam geçti. Onun yaşını tahmin etmeye çalıştı Nora; yürüyüş hızına, ayakkabılarının modeline, pantolonun ütülenme tarzına bakılırsa adam kırkını geçmemiş olmalıydı.  

Buraya taşındığından, daha doğrusu sığındığından beri bu tahmin oyununu oynuyordu. Bir zamanlar apartmanın kazan dairesi olan, doğalgaz bağlandıktan sonra yarım yamalak bir mutfak ve tuvalet eklenerek oturulacak hâle getirilen bu daire bozmasını işten ve dolayısıyla evinden de atıldıktan sonra kalan parasıyla kiralamıştı. Yerin yedi kat değilse de iki kat dibindeydi Nora’nın dairesi. Allahtan pencerenin tam karşısında eve dik uzanan bir sokak vardı, bu sayede sokağın sonunda beliren gökyüzünün bir parçasını görebiliyordu. Evin önünden gelip geçen insanlarınsa ancak dizden aşağıları giriyordu görüş alanına. Nora bu meçhul insanların ayakkabılarına, çoraplarına, yürüyüşlerine, bacaklarının kalınlıklarına bakarak yaşlarını tahmin etmeye çalışıyor, bazen de bedenlerinin geri kalanını, yüzlerini zihninde canlandırmayı deniyordu. Ne var ki tahminlerinin doğru olup olmadığını bilemiyordu hiç; hemen koşarak dışarı çıksa bile o insanlar çoktan çekip gitmiş, kalabalığa karışmış oluyorlardı.

Bir keresinde kırmızı ayakkabılı bir kızı takip etmişti Nora. Ayak bileklerine kadar inen, uzun, ipeksi kumaştan eteklik giymiş olan kızın ayakkabıları tıpkı ablasının onu son gördüğünde giydikleri gibiydi: alçak topuklu, üzerinde küçük bir tokası olan, neredeyse çocuk ayakkabısı denecek kadar sevimli. Tam kapıdan çıkmak üzere giyinip son kez pencereye göz attığında fark etmişti kırmızı ayakkabılı kadını; o yüzden de vakit kaybetmeden hemen dışarı çıkabilmiş, apartmanın merdivenlerini ikişer ikişer atlayarak tırmanmış, ana kapıdan bir çabuk dışarı fırlamış, herkesin ayaklarına bakarak kadının gittiği yöne doğru deli gibi koşmuştu. Umudunu kaybettiği sırada otobüs durağında bekleyen insanların arasında kırmızı ayakkabılı kadını fark etmiş, yüzünü görebilmek için adımlarını daha da hızlandırmış, sanki bu kadın ablası olabilirmiş gibi tuhaf bir heyecana kapılmış, kalbi küt küt atmıştı. Tam yanına varmak üzereyken, jet hızıyla durağa gelen otobüs, kırmızı ayakkabılı kadını yutup bilinmez bir yere doğru götürmüş, Nora tarif edemediği koca bir hüzün duygusuyla eve dönmüştü; hem saçmaydı her şey, hem çok sahici.

İllüstrasyon: Ceren Oykut

Buraya ilk taşındığı zamanlarda dışarıya koşup camın önünden geçen ayakların sahiplerini bulup tahmininin doğru olup olmadığını oynama oyununu daha sık oynuyordu Nora. Şu geçen son birkaç yıl ömründen on yılı alıp götürmüştü sanki. Zamanın ölçüsü olduğunu söylerler ya, Nora için her saat üç-beş katı dakika içeriyordu sanki, her dakikaya da üç-beş saat sığıyordu.

Son çalıştığı tekstil atölyesinden çıkarılalı neredeyse üç yıl oluyordu. Bu süre içinde evde yaptığı oya, boncuk işleme gibi parça başı işlerden kazandığından başka geliri olmamıştı. Kenara ayırdığı birkaç kuruş da ev kirasına gitmişti –ev denilen bu kazan dairesine.

Burası apartmanın ortak alanı olduğu için kira, apartmanın ortak giderleri, bakımı, temizliği için kullanılıyordu, dolayısıyla apartmandaki herkes evsahibi kesilmişti Nora’nın başına. Her aybaşı ilk iş herkes kiranın ödenip ödenmediğini soruyor, ödenmediğini öğrenince Nora’yı her gören bir laf ediyordu.

Perşembe günü. Bir numaralı daire: Gene gecikmişsin?

Salı günü. Beş numaralı daire: Ama bak, kaç ay oluyor; hayır, biriktikçe senin için daha da zor olacak.

Pazar günü. On iki numara: Bu devirde kimse kimseyi bedavaya oturtmuyor kızım. Bak biz de kiracıyız. Her ayın üçünde trink yatırıyoruz kirayı. İlk iş. Kira borcu, namus borcu.

Çarşamba. Üç numara: Yönetici olduğum için herkes bana soruyor, artık oyalayacak hâlim kalmadı. Herkes çok söyleniyor.

Pazartesi. Sekiz numara: İcraya verelim diye konuşuyorlar, haberiniz olsun yani. Ben o kadar zorlamayalım diyorum, ama sonuçta orası apartmanın ortak alanı. Ben de bir noktaya kadar şeyediyorum.

Cumartesi. Altı numara: Annem, versin artık yoksa polis çağıracağım, diyo valla. Apartmanı bok götürüyormuş senin yüzünden. Versin ya da temizliği o yapsın diyo.

Cuma. Dokuz: Cumaya gidiyorum, dönünce...

“Allah belanızı versin.”

İçinden böyle diyordu Nora. İşte biraz da bu yüzden, o insanlarla karşılaşmamak için dışarı çıkmak istemiyordu. Eve kapanmak, kafasına bir örtü geçirip kanepeye gömülmek, yerin dibine doğru upuzun bir yolculuğa çıkmak istiyordu.

Üçüncü kez evdeki bütün eşyaların tozunu aldı. Gelen geçen arabalar, az ötedeki inşaatın pisliği... Camı açmamasına rağmen sokağın bütün kiri tozu içeri doluyordu. Bir de, her nedense sahibi olduğu ve annesinin kokusunun sindiği ve ablasının dokunduğu ve çocukluğunun buruk sevinçlerini taşıyan ve bildiği, tanıdığı, değersiz ama çok değerli, onu hiç bırakmamış olan, yanında yamacında duran, boynu bükük duran, sessizce duran... bu eşyalara... bu üç-beş parçaya... dokunmak... silmek bahanesiyle de olsa... dokunmak... iyi geliyordu.... ruhuna.

Yutkundu.

Buzdolabını açtı. Biraz yoğurt vardı. Bir kedi miyavladı.

Nora cama baktı: Küçücük bir sarman gırtlağını yırtacakmış gibi içeri bakarak miyavlıyor, annesini yanlış yerde arıyor. Ama öğretilmez ki annenin nerede aranacağı, nerede isterse orada arar insan annesini; kedi de öyle.

Kedi Nora’ya bakıyor kocaman şaşkın gözleriyle. Neye şaşırıyor acaba diye düşünüyor Nora. Kedininki bile olsa bir bakış ona doğru çevrilince saçını düzeltiyor farkında olmadan. Kedi çok fena miyavlıyor. Nora karnının acıktığını fark ediyor. Neredeyse akşam oldu, hiçbir şey yemedi bütün gün. Dolapları açıp kapıyor. Biraz un var... Belki bir mantı yapabilir. Başka bir şey yok çünkü. O sırada kedinin de aç olabileceği aklına geliyor Nora’nın.  

“Salak” diye düşünüyor, “bir kasabın, bakkalın önüne gitsene, şu tamtakır Nora’yı mı buldun miyavlayacak!”

Kedi susmuyor. Nora ona arkasını dönüyor. Bronz çerçeveli aynayı siliyor elindeki bezle. “Kaç para eder acaba bu?” diye düşünüyor. Kim alacak ki? Nereye, kime satacak? Nora aklından geçenler yüzünden utanıyor, aile yadigârı bu ayna. Annesinin, ablasının suretleri yansımış üstüne. Aynaya hohluyor Nora, buğulanan yere işaret parmağıyla bir kalp yapıyor. Kedi miyavlamaya devam ediyor. Nora kuru bezle aynayı siliyor, kalp kayboluyor.

Kedi durmadan miyavlıyor. “Git,” diyor Nora ona, eliyle işaret ediyor. “Çekil git.” Orayı pislemesini istemiyor, camı silmek kolay iş değil. Sandalyenin üzerine bile çıksa yetişmesi zor oluyor, çekip gitse şu kedi.

Kedi daha kısık sesle, neredeyse utana sıkıla miyavlıyor. Nora işaret parmağını ağzına götürüp “Şşşştttt!” diyor. Kedi susuyor. Nora dolaptan unu çıkarıyor, kedi yine miyavlıyor. Nora bir kez daha işaret parmağıyla “Şşşştttt!” yapıyor. Kedi gene susuyor. İşaret edince susuyor, sonra gene bağırıyor kedi, Nora’yı güldürüyor, hiç güleceği yokken.

Nora dolaptaki yoğurdun yarısını kediye veriyor. Camı açıp yoğurt kâsesini önüne koyuyor, hayvan sanki üç gündür yemek yememiş gibi saldırıyor önündekine, bir çabuk bitiriyor, uzaklaşırken bıyıklarında kalan yoğurtları yalıyor.

İllüstrasyon: Ceren Oykut

Unu tıpkı ablasının yaptığı gibi eleyerek bir kabın içine alıyor Nora. Ortasında bir çukur açıyor güzelce, neyse ki yumurta var evde. Hamurun tam ortasına yumurtayı kırıyor. Yumurtanın sarısı koca bir göz gibi ona bakıyor. Çocukken annesi, ablasıyla birlikte parmaklarıyla yumurtayı patlatmasına izin verirdi. İki kız gülüşerek “Önce ben, önce ben,” diye birbirleriyle yarışırlardı. Nora işaret parmağını iki kez sokuyor yumurtanın sarısına; biri ablası için.

Azar azar su ilave ederek hamuru yoğururken iki küçük kızın kahkaha sesleri geliyor kulağına. Biri durmadan bağırıyor: “Noraaaa.... Noraaaa... Buraya gel... Gel Nora gel.”

Nora hamuru yoğuruyor. Hiç durmadan yoğuruyor. İki küçük kız onu izliyor. İstediği kıvama gelince alışkın el hareketleriyle hamuru mutfak tezgâhının üzerinde merdaneyle açmaya başlıyor. Hamur yapışmasın diye tezgâha un serpiyor arada sırada. İki küçük kız kıkırdayarak unu üflüyorlar, annesi olsa merdaneyi onlara doğru sallayıp “Çekilin oradan yumurcaklar, hadi dışarı bakayım,” derdi; kızlar direnmezlerdi, koşup dışarıya çıkarlardı.

Şimdi iki küçük kızın sesi biraz uzaktan geliyor. Tezgâhın üzerinde düzgün bir yuvarlak var, çok düzgün, ay gibi. Nora eline bıçak alıyor, hamuru önce yatay sonra dikey keserek küçük karelere bölüyor. Kızların sesleri giderek uzaklaşıyor. Son kare tamamlandığında artık hiçbir ses duymaz oluyor Nora, yalnızca buzdolabının düzensiz homurtusu.

Nora mantının içine koyacak bir şeyler arıyor mutfakta kıyı köşe. Et yok, peynir yok, soğan bile kalmamış. Markete gitmeyeli haftalar oldu. Elinde, karelere bölünmüş bir hamur parçasından başka bir şey yok Nora’nın.

Bir küçük gözyaşı damlası Nora’nın göz pınarından karelerden birinin ortasına düşüyor. Üstüne solgun ışık vurunca pırlanta tanesi gibi parlıyor gözyaşı. Nora o hamur parçasını alıyor. Dört bir yanından kapatıp küçük bir bohça hâline getiriyor.

Elinde gözyaşı mantısı, sandalyeye oturuyor, bir yorgunluk çöküyor omuzlarına; cama bakıyor, küçük kedi geri gelmiş, sessizce Nora’ya bakıyor.